Ey hak bakışlı yar!
Ey hasret diyarların efendisi, iki
cihanın güneşi, sevda yolumun ufku,
muhabbet membaım…
Kâinatın karanlıklarla cebelleştiği,
insanlığın sana muhtaç olduğu
anlardan on iki rebiu’l-evvel sabahıydı.
Sensizliğin vuku bulduğu dönemlerde
hüzün yağıyordu gecelere… Ay
karanlıklar ardından Sen’den gelen
nur ile biçare umut arıyordu belki de.
Belki de o karanlık gece bir yetim
çığlıkları saklıyordu. Gökte bulut yoktu
belki ama yağmur ciğeri yanmış
evladını ölüme süsleyen annenin
gözlerinden akıyordu. Dermanı
olmayan bir hastalıktı uzun geceler.
Boşluğa ses duyurmak gibiydi
gecelerin uzunluğunu hasret
çekenlerden dinlemek. Kâinata
teşrifinle can oldun canlara. Kararmış
yürekler aydınlığa kavuştu, susuz
topraklar yeşerdi. Seninle ab-ı hayat
çeşmesinin ufukları damla damla
görünmeye başladı. Ne büyük şerefti
Sen’i bilmek! Sen’i bize bildiren Rabb’e
secdeler olsun. Ne güzel müjdeliyordu
varlık nurunu İsa As;
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben,
benden önce gelmiş olan Tevrat’ı
doğrulayan, benden sonra gelecek ve
adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen Allah’ın size göndermiş bir
peygamberiyim” diyordu.
Böyle müjdeledi İsa As. Sen’i…
Üstad Dursun Ali Erzincanlı edası ile
mi seslensem Sana;
“Ey Faran Dağları’nda açan sevgili!”
Yoksa Üstad Arif Nihat Asya gibi
çaresiz haykırış mı yapsam Uhud
Meydanı’nda;
“Nerde kaldın Ey Rasul? Nerde kaldın
Ey Nebi?”
Kâinatın gözbebeğisin!
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’te övdü
Seni;
“Kurtarıcım, Efendim, Rehberim,
Peygamberim! Sana uymayan ölçü,
hayat olsa teperim…”
Bir Süleyman değilim Nebi, Mevild’inde
izim olsun, bir Erzurumlu Âşık
Sümmani değilim beyitlerim Âdem
As.’dan başlayıp Sen’inle son bulsun,
bir Mehmet Akif Ersoy değilim ki söze
“14 asır evvel” deyip başlayayım. Yolun
üzerinde bir kıtmir misali
yanmaktayım!
Ey Gül-i Rana!
Geldin, gelişinle nur doldu cihanda.
Amine sevindi, Abdullah gökten
seyretti Sen’i. Önce Halime sahiplendi
Sen’i, sonra Ebu Talip. Yokluğu
öğrendin küçük omuzlarında ama
yalnız değildin. Olamazdın! Âlemlerin
sahibi seninleydi.
Bazen bir bulutla korurdu Sen’i, bazen
bir papazla ikaz ederdi kervanda.
Sonra Hatice’yi çıkardı karşına. Şefkat
ve merhametle sardı Sen’i. Yine de
yalnız kalmak isterdin. Ara sıra Hira’na
çekilir. Orada tevekkül ederdin.
Yokluğunda gözler arardı Sen’i,
gönüller beklerdi. Çünkü ‘Emin’din.
Soracakları olurdu, danışacakları
olurdu Sana.
Ve kırk yaşındasın. Buradasın…
Rabbinle başbaşasın. Öyle bir aşk ki
ürkek, masum ama bir o kadar
sonsuz! İşte ilk emir ‘Oku!’… “İKRA”
yankılanıyor Hira’da… Ama ben okuma
bilmem diyordun. “Seni yaratan
Rabbinin adıyla oku!” diyor ve
bedenine peygamberlik giydiriliyordu.
Koşuyordun Hatice’ne. Sığındığın
Hira’ndan kaçarcasına… Sarıyor
Hatice kucaklıyor. Ebu Bekr
kucaklıyor. “Sen diyorsan doğrudur”
diyor. Yüreğine su serpiyor. Sonra
amcaoğlu Ali, köle Zeyd b. Harise,
Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf,
Sad b. Ebu Vakkas… Bir avuç
Müslüman birlik olmaya çalışıyorlar
ama bırakmıyorlar. Önceleri büyücü
diyorlar, sonraları meczup. Bence
onlar Seni bilmemekle hadlerini
kaybetmişler. Kendilerine ne kadar da
kötülük etmişler oysa. Öyle mi
Sultanım? Seni görmek, sesini
duymak, aynı toprağa basmak… Ne
büyük nimetti, bilene! Onlar
bilmediler!
Çünkü şeytana asker olmuşlardı.
Vurdular, kırdılar, eziyet ettiler…
Çoğalmanıza yaşamanıza müsaade
etmediler. İlk Sümeyye ve Ammar b.
Yasir ailesi şehit mertebesine ulaştılar
ve daha niceleri…
Amcan Ebu Leheb ve karısı dikenler
koymuştu yollarına ve demişti Rabbin;
“Tebbet yedâ ebî lehebin ve tebb”
Yetmedi Sultanım! Deve işkembeleri
yetmedi, gözyaşları, masum bedenler
kızgın kumlara doymadılar.
Ve bir gece…
Seni almaya geldiler ama Âlemlerin
Rabbi seni bir kuş yumurtası ve
örümcekle korudu. Çocukluğunun
geçtiği Mekke’den, sana kucak açan
Medine’ye hicreti nasip etti. Hüznün
Medine’nin kucağında evlerini,
yemeklerini seninle paylaşan Ensar’la
biraz olsun hafifledi. Hüzün, yılları
güçlendirdi. Müslümanlarla 624’te
Bedir’e yürüdün. 625 Uhud’da
Hamza’yı ve Mus’ab’ını verdin
meleklere. 627’de Hendek’te
Hudeybiye’ye yürüdün. 629’da Hayber’i
aldın. Ve hicretten tam 10 yıl sonra
630’da Mekke’deydin Efendim!
Yorgundun Efendim. Yormuşlardı
seni…
Üzmüşlerdi. Oysa sen âlemlere
rahmettin, merhamettin. Niye
kıymetini bilmemişlerdi? Sende, seni
görememişlerdi. Sende söylemiştin;
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat
etmiş olur, kim bana isyan ederse
Allah’a isyan etmiş olur!”
buyurmuştun. Ve demişti Rabbin;
“O gün zalim ellerini ısırıp diyecek ki,
keşke bende peygamberle aynı yola
gitseydim, vay başıma!”
Evet efendim!
Onlar nasipsizlerdi. Sen sabırlıydın.
Seni sevenler de oldu, gülümsetenler
de oldu, inci tanesi dişlerine, simsiyah
saçlarına, konuşurken konuşmana,
yürürken yürüyüşüne, kimseye eziyet
etmemene, hakkı sahibine teslim
etmene, sıdkına, fetanetine, ismetine,
merhametine âşık olanlarda vardı.
Görüp sevenler ve bizim gibi görmeden
sevenler “KARDEŞLERİM” hitabına
mazhar olanlar!
Veda mı edecektin Sultanım?
Zaman gelmiş miydi?
Fatıma’nı öksüz mü bırakacaktın?
Şehadet parmağını göğe kaldırıp;
“Şahid ol Ya Rabb!” deyip Veda
Hutbeni mi bırakacaktın?
Şahitti tüm melekler…
Şahitti Rabbin…
Şahidiz sana bizlerde…
Ama kendimize kızıyoruz!
Sana layık olamadık diye…
Şimdi doğduğun günleri seviyoruz,
bekliyoruz. Seni, bize getirdi diye
Rebiulevvel ile tazelendi aşkımız.
Rabia Çiçek