Evrenin büyüklüğünü uzay bilimciler
kesin değerlerle ölçebilmiş değil. Alman
astronom Bessel kendi bulduğu bir
yöntemle güneşe en yakın yıldız olan
Kuğu 61 ile güneş arasındaki mesafeyi
kesin bir değerle ölçebildi. Küsuratını
bir kenara bırakırsak 97 trilyon
kilometre. Azımsayıp bir kenara
bıraktığımız küsurat bile 432 milyar
kilometre.
Bize en yakın yıldız bile bu kadar
kilometre uzaktaysa uzay mesafe ölçü
birimi “ışık yılı” olmak zorundadır. Aksi
halde kullanmak zorunda kalacağımız
sıfırları yan yana dizmeye kalksak
ekvator çevresinde kaç tur atardı
bilemiyoruz.
Astronotlara göre görünür evrenin
yarıçapı 14 milyar ışık yılıdır. Evrenin
sürekli genişlediğini ve bunun yanında
görünmeyen bir evren daha olduğunu
düşünürseniz, bu âlemin şehir
ışıklarından uzak, bulutsuz ve sakin
bir gecede gördüğümüz milyonlarca
yıldızdan ibaret olmadığını anlarız.
Kâinatın büyüklüğünü kavramak
insan aklının ve hayalinin çok
ötesindedir. Allah’ın mülküne oranla
bu evren adeta sahra çölündeki bir
kum tanesi gibidir.
Böyle namütenahi bir kâinattan daha
büyük bir gerçek varsa, o da imandır.
İman gerçeğinden sonraki en büyük
gerçek de namaz gerçeğidir. Şu bir
gerçek ki evreni mutlak bir son
beklemektedir ama namazın sonu
yoktur. Zira namaz şu âlemin
tamamından daha büyüktür. Çünkü
ilim, kudret, esma ve sıfatlarıyla ezelî
ve ebedî olan Allah’ın hâkimiyetini,
mabudiyetini, rabliğini ve ilahlığını
büyük bir bilinçle fiilen tasdik etmektir
namaz.
Biz namazı büyütürsek, namaz da bizi
büyütür. Yok, eğer namazın anlam ve
özünü kendi dert ve hayallerimizle
küçültürsek, o zaman namaz da bizi
dert ve hayallerimizde boğar bırakır.
Namaz izzettir, kendi zilletimizle onun
izzetini kırmayalım ki, o da bizi bütün
dert ve zilletimizden çıkarıp aziz etsin.
Maddi ve manevi feyizden, bereket ve
nimetlerden mahrum kalalım diye
Şeytan bize boş hayallerle namazın
izzetini kırdırmak ister. Şeytan’ın bu
aldatmacalarına fırsat vermeyip
namazın izzetini muhafaza edelim ki,
bütün bela, musibet ve
mahrumiyetlerden korunalım.
Namaz kılarken ruhumuzu geçmiş ve
gelecek kaygısından kurtarıp o yüce
muhatapla bütünleşelim. Bu âlemler
tüm noksanlıklardan münezzeh olan
Hayy bir ruhun isim ve sıfatlarıyla
tezahürüdür ki, bu Hayy ruh da namaz
ile bizi kendisine muhatap kılan
Cenab-ı Allah’tır. Bu kâinatın Hayy bir
ruhun tezahürü olduğuna şahitlik edip
intikal etmek “âlemlerin rabbi”
kavramının ne anlama geldiğini
hissedip hamdetmenin hazzına
varmakla neticelenecektir. Bu intikalin
derecesi ne kadar yüksek olursa
hamdin derecesi de o kadar yüksek
olur ve gerçek bir hamd ile yüz yüze
geliriz.
Karşımızda bir ateşin yanıyor
olduğunu düşünelim. O ateşe doğru
yaklaşırken “Ey ateş!” diyoruz ama
hayalimizde bir yığın boş evham var.
Ateşe yaklaştıkça yanmaya başlıyoruz
ve aklımızdaki boş hayaller bir bir yok
oluyor. Çünkü tamamen ateşin tesiri
altına giriyoruz. İşte bunun gibi Allah’a
yaklaşmak için de bu âlemlerin Hayy
bir ruhun tezahürü olduğunu çok iyi
idrak edip intikalimizi
gerçekleştirmemiz gerekir.
Allah’ın huzuruna yaklaşırken
aklımızda saçma sapan boş hayaller
varsa bu nasıl bir yaklaşmadır?
Hayalimizde oluşturduğumuz bir ev
bizim gibi Hayy bir ruhu nasıl zorunlu
kılıyorsa bu âlemler de Hayy bir ruh
olan Cenab-ı Allah’ın tezahürü olmayı
zorunlu kılar. Biz olmadan bir hayal
bile olmuyorsa bir hakikat olan bu
kâinat da Hayy bir Zatı Zülcelâl
olmadan asla vücuda gelmez.
Yaratmanın ne olduğunu buradan
hissetmeye başlamak zorundayız.
Yokluk hiçbir zaman hiçbir varlığın
kaynağı olamaz. Varlığın en zayıf
mertebesi olan hayal bile biz olmadan
olmuyorsa bu âlemler faili olmadan
nasıl yoktan var olsun? Bizimle
meydana gelen o hayallere vâkıf
oluyoruz da Cenab-ı Allah’ın “kün”
emriyle meydana gelen bu âlemlere
neden vâkıf olmayalım.
Birine açık yüreklilikle soruyorsun
“Sen benim dostum musun?” O kişinin
de aklında başka şeyler olsa, mesela
borcunu harcını, günlük geçici gaileleri
düşünse ve bu arada da sana yönelmiş
olsa, sen de onun düşüncelerini
okuyor olsan ne hissedersin? Sen ona
bütün ciddiyetinle yönelmiş
soruyorsun: “Sen benim dostum
musun?” O da “evet seviyorum,
dostumsun” diyor ama aklı başka
yerde… Bu nasıl bir ciddiyettir? İşte
namaza durduğumuz zaman Rabbimiz
bize aynen böyle sorar, “Ben âlemlerin
Rabbi olan Allah, senin Rabbin miyim?
Beni gerçekten seviyor musun?” Bu
arada şeytan hayallerle bize vesvese
verir. Önemli olan bizim bunlara
takılıp sürüklenmememizdir. Ona karşı
koyup bunun gayretinde olmamızdır.
Rabbimizin o sorusuna gerçek
anlamda cevap vermeyelim diye
vesveselerle saldırır; hayallerle, öfkeyle,
farklı duygularla yolumuza çıkar. Biz
de aklımız ve irademizle ona karşı çıkıp
o vesveseleri önemsemeden namazı
hakkını vererek kılmak zorundayız.
Bunu yaptığımızda namaz bizi nereye
çıkartacaktır bir düşünün. Namazla
Rabbimizin Allahlığını dava ediyoruz.
Aziz ve yüceler yücesi olan Rabbimizi
biz namazımızla ya aynen öyle yüce
tutarız ya da bu namazı küçültürüz.
Bu durumda namaz da bizi küçültür.
Bu zamana kadarki bütün yazılarımız,
gayret ve tefekkürlerimiz namaz
hakikatinin hakkını vermek ve gerçek
huzura ermek içindir.
Namazlarımızdaki huşu “ihsan”
kavramıyla karşılığını bulmaktadır.
İhsan da kutlu elçinin tarifiyle şudur:
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet
etmektir. Her ne kadar biz onu
görmesek de o bizi görüyor.” Namazda
ihsan istiyorsak, bu hakikatlere intikal
etmek zorundayız. Bu olmazsa gerçek
huzura eremeyiz. Münacat ve duanın
sırrına vakıf olamayız. Güzel namaz,
derin derin dua bu sırra vâkıf
olmaktan geçer. Öyle dua etmeliyiz ki,
hani bıçak kemiğe dayanır ya öyle
olsun. Çünkü dualarımızla kendimizin
ve bütün âlemlerin aczini ve fakrını
ilan ediyoruz. Kâdir-i mutlak olanın
yalnız Allah olduğunu; ganiyi mutlak,
hâkim-i mutlak, mabud-u mutlak
olanın yalnız Allah olduğunu ilan
ediyoruz. Allah tektir, vahittir, ehattir,
ferttir, samettir, hayydır, kayyumdur,
hakîm ve alîmdir, rahman ve rahimdir,
kerimdir, latiftir, müzeyyin ve
mülevvindir, musavvirdir, mübindir,
fettahtır, selamdır. O bizim en gerçek
dostumuzdur, Rabbimizdir.
Onu bırakıp yüzümüzü kimlere
dönebiliriz ki? Bizi yırtıcı bir hayvan
kovalasa gölgemize mi sığınırız?
Gölgemizin arkasına sığınmamız
büyük bir ahmaklık değil midir? Bizim
düşmanlarımız, incitenlerimiz,
arzularımız, emellerimiz o kadar çok
ki, bizim kendimizden bile haberimiz
yok. Bu halkın bizden ne haberi olsun
ki! Sığınmaya çalıştığımız nefsimiz ve
halk o gölgedir. O gölgenin arkasına
sığınamayız, var gücümüzle Rabbimize
sığınmalıyız ve bunda asla tereddüt
göstermemeliyiz. Öyle dua etmeliyiz ki,
o bizi kesinlikle görüyor, işitiyor ve
duamızı kabul edecek. Annemize,
babamıza veya bir dostumuza gidip
ricada bulunuyoruz ya, onları ikna
edebiliyoruz ya…
Duamızla da Rabbimizi ikna edelim,
gölge merhametliden bunu umarken,
merhameti zatî olandan neden
ummuyoruz? Dualarımızda kendimize
zulmetmeyelim, yarım yamalak
olmasın, emin olarak tevekkülü
yakalayalım. Şunu unutmayalım, o
Allah bizim gibi zalime karşı bile bizim
dostumuz. Dibinde kızgın alevler olan
derin bir uçurumun bir ucundan diğer
ucuna kurulmuş dar ve korunaksız bir
köprüden yürümeye çalışıyoruz,
titriyor, korkuyor ve ürperiyoruz. Ama
başka birisi hiç korkusu olmadan
sağlam basıyor, emin bir şekilde
yürüyor. Onun elinden tutmuşuz ve
“Sakın elimi bırakma!” diyoruz. İşte
Rabbimize de öyle olmalıyız, bu dünya
uçurumunun aşağısı da aynen öyle
kızgın bir alev. Bu dünyada kıl
üzerinde, keskin bir kılıç üstünde
yürüyoruz emin olun.
“Ya Rabbi sakın elimi bırakma!”
demeliyiz. “Beni bana bırak! Bırak da
şöyle derin bir nefes alayım” diyebilir
miyiz? “Beni bırak da şöyle bir parmak
bal yiyeyim” diyebilir miyiz? Bu
dünyanın künhüne vâkıf olursak o bal
bize zehir gelecektir.
Onsuz ne ağlayabilir ne de gülebiliriz.
Onsuz ne keyif vardır ne de lezzet.
Sakın onsuz ağlamayalım, onsuz
gülmeyelim, yazık olur bize.
Bir tohumun karanlık toprak içinden
sürgün verip aydınlığa kollarını açması gibi,
biz de namazlarımızda kollarımızı kaldırıp
Allah’a niyaz edelim. Gaflet karanlıklarından
hakikatin ziyasına, sahte dostluklardan
yüceler yücesi dosta, gelip geçici
eğlencelerden ebedî mutluluğa miraç
etmenin vasıtası olsun namaz.
Boyut değiştirip, yüksek bir bilinçle
Rabbimize hâlimizi arz edip ona
şükretmenin adı olsun namaz.
Ancak ona kulluk edip ancak ondan yardım
dilemenin namazdan başka yolu yoktur.
Onun huzurunda eğilmeyen başlar,
mutlaka boş heveslerin, yok olmaya
mahkûm sahte güçlerin, kendisine
fayda vermeyen zavallı putların önünde
eğilmeye mahkûm olur. Tefekkürle Allah’ın
huzurunda eğilmeyen, tekebbürle Şeytan’ın
kucağında oyuncak olur ve kendini hakikat
zanneder. Basiretli olmak mı istiyorsunuz?
O halde tefekkür yoldaşınız olsun.
Selam ve dua ile…
Adem Göksügür – Kübra Kaçmaz