Aynı kandan, farklı candan olmak değil
midir kardeş olmak?
Kardeşlik! Ne büyük sadakat. Bazen
oltanın ucundaki yem, bazense boğaza
vurulan gem.
Günlerden Sonbahar. Gök, tan ağarırken
gecenin hüznünü yüklenmeye meyilli.
Haliyle yapraklar bir bir savrulup gidiyor
şehrin ıssız eteklerine. İklimler sadık
kalamasa da bir diğerine, ilkler sadık
kalır evveline ve ahirine. Tıpkı kardeş
olmak gibi, aynı karından eş yaratılmak,
toprağın fidanı, tohumun gülü, güneşin
yönü, akrebin yelkovanı olmak gibi…
Hangi birimiz demedi arkadaşına
“kardeşim” diye ya da hangi birimiz
kardeşi yok diye ebeveynlerinin başının
etini yemedi? Eskide mi kaldı dersiniz tüm
bu neşeli itiraflar, kocaman gülüşler,
sokak aralarında “kardeşim” diye
haykırdığımız akşamüzerleri?
Çocukluğumuz bir yana dursun, olgun
olmak öldürür mü kardeşliği?
O samimiyeti, paylaşımcılığı, sevinç
naralarını… Başlarımızı öne eğip
düşünceli tavırlarımızla etrafı
seyretmektense gelin bir de olgun olalım
hep birlikte. Sürekli geçmişe dönük
yaşamak, geçmişe ait soruları yeniden
zihnimizde canlandırmak önümüzde
duran kardeşlik yelkenlerini suya indirir
nihayetinde.
Bilirsiniz değil mi “sonuna kadar
yaşamak” sözünü? Hayatımıza renk,
neşe, sefa, mutluluk getiren güzellikleri
böyle tanımlarız bazen. Bu bağlamda
yaşamımız boyunca bir defa ele geçtikten
sonra kaybedeceğimiz cevherlerden
değildir kardeşlik. Hâlâ sonuna kadar
yaşama ihtimalimiz olan, kendimizi
avutabileceğimiz bir nedenle yola devam
edip bir değil birden fazla hazineyi
kardeşlik cevherleriyle doldurmamız mümkün.
Öyle ki yedisinde yahut
yetmişinde de kardeşlik duygularını
tadabilir insan. Hatta torbalar dolusu anı,
yüzünde konuk ettiği yılların olgun ayak
izleriyle de devam edebilir yaşamına.
Yaşam demişken; baharı ve güzü, ayı ve
yıldızları, türabı, denizi ve milyarlarca
gerçeği içinde barındıran bu imtihan
olunan kader geçidini acı acı yudumlayan
boğazlarımıza, zihnimize, bedenimize,
nefsimize dayanma gücü verecek
mucizeviliklerden de alıkoymayalım.
Şimdi kulak verin. O nura, o sükûta, o
karanlıkları aydınlığa çıkaran; dağların
iniltisini, insanların şükrünü, rüzgârın
selamını yankılatan bahara. Yerlerin ve
göklerin gücü olan Allah’a, son nebiye.
Evet, kulak verin. Haykırışların arasından
duyulan kardeşlik seslerine. Mü’min
olmanın gururunda büyüyen selam
çiçeklerine, sevgiye, merhamete.
Gönül uzatın üzüntülerden kupkuru
kalmış, her an ebediyete savrulacak
canların yaşam savaşına. Yeni güneşlere
siyah-beyaz baktırılan neşeli gözlere,
heveslere, nefeslere. Sakın ha! Fazla gelir
deme. Gün gelir bir selama, iki kelâma,
hatta ufak bir tebessümden arta kalana
da muhtaç bırakılır gecelerimiz…
Şimdilerde utanır olmuş kardeşlik, sahip
çıkılmayan bir değer oluşuna, itilip
kakılışına, yıpranışına. Belki de oradan
oraya savruluşuna.
Menfaatlerle karşılanıp, alacaklı
uğurlanan bir kardeşlik mevzusu, din
mevzusu önümüzdeki. Din kardeşini
diyor, her kim din kardeşini bir sıkıntıdan
kurtarırsa, bu sebeple yaratan da onu
kıyamet günü sıkıntılarından kurtarır.
Elimizden gelenin en iyisini yapmayı değil
de sözde “kardeşim” dediklerimizi bu
fedakârlıkta kârsız çıkarmak ne
haddimize? Parmak hesabı üç güne denk
geliyor. Yalnızca üç güne, şu zevklerine
kapılıp gittiğimiz dünya. Hüzünlendiren
tarafıysa yıpranıyoruz zamanla, küslükler
baş gösteriyor çehrelerimizin
kenarlarında, şakaklarımız beyazlarken
kaskatı kesiliyor göz bebeklerimiz. Hey
hat! Tükeniyoruz, eriyoruz, yavaştan göç
ediyoruz.
Lakin göç etmeden önce iki kelama
muhtaç benliğimize öğretmemiz gerek,
kardeşliğin dillere yama olacak kadar
değersiz olmayışını. Her göz açıp
kapayışımızda gülümsetecek bir değer,
anıları yerinden oynatacak sazlı sözlü
kelimelerin baş hecesi olduğunu.
Ne dersiniz? Artık kardeşliği
gökkuşağından bir kesit olarak görebilir
miyiz? Peki diyebilir miyiz, kardeşlik ne
büyük değer. Bazen aynı kilimde farklı
desen bazense ortak dil de farklı aksanlar
olmaya değer…
Mavera Zehra Coşkun